4 Mart 2012 Pazar



DECAMERON
Yazar: Giovanni Boccacio

Boccaccio bu kitabı 1348 de yazmış ve 3 yıl sürmüş.  1348 de aynı zamanda Avrupa’da büyük bir veba salgını başlamış.  Boccaccio kitabın başında bu dönemi de anlatıyor çünkü kitabın geri kalanında salgın ortamından uzaklaşıp keyifli zamanlar sürmek isteyen 3 erkek ve 7 kadından bahsediyor.  Bu kitaba kadar İtalya’da eserler hep Latince yazılırken, Boccaccio bu kitabı halk dilinde yani İtalyanca’da yazmış. Kitabın başında kitabı yazma amacının kocalarını uzaklara yollayıp yalnız kalan ev kadınlarının can sıkıntısını gidermek olduğunu söylüyor yazar.  Yalnız kitabı okuyunca anlaşılıyor ki, sanırım Boccaccio’nun asıl amacı inceden inceden temsil etmesi gereken değerlerden uzaklaşan kiliseye, namussuz din adamlarına giydirmek. Bunu da nasıl yapıyor anlatalım:  Az önce de dediğim gibi veba salgınından kaçan on insan, o günün kral veya kraliçesinin belirlediği konu hakkında birer hikâye anlatıyor.  Kitap bölüm bölüm bu anlatılan hikayelerden oluşuyor. Bu hikâyelerin kahramanları arasında yalan söyleyen, zina yapan din adamları oluyor işte böylece ikinci planda kilise eleştirilmiş oluyor. Hikâyeler mizahi öğeler barındırıyor, tabi çok aşırı komik de olduğu söylenemez. Kiliseye eleştiri ve mizah içeren şu öyküsünü sevdim kitabın. Bir gün bir Hıristiyan kişi Musevi arkadaşına ısrarlarla kendi dinine geçmesi için ısrar eder. Musevi de ısrarlara dayanamaz ve arkadaşına bir şans verir. Ona Vatikan’a gideceğini, orayı ve oradakileri inceleyeceğini ve eğer gördükleri hoşuna giderse arkadaşının isteğini yerine getireceğini söyler. Vatikan’a gider bir bakar ki oğlancılık almış yürümüş, din adamları para peşinde, hepsi sahtekâr. Bunun üzerine Hıristiyan arkadaşının yanına geri döner ve Hıristiyanlığı kabul ettiğini söyler çünkü eğer bir din böylesi din adamlarının elinde bile yaşayabiliyor ve yayılabiliyorsa demek ki gerçekten ilahi bir gücün koruması altındadır diye düşünür. O zamanların hikayelerinde kaybolduktan uzun süre sonra ortaya çıkmak ve ailesi, dostları tarafından tanınmamak ne de çok işlenen bir olaymış, bu çok garibime gitti. Bir de yazarın cinsellikten üstü kapalı bir şekilde ve “aynen bir liseli mizahıyla” simgeler kullanarak bahsetmesi bu kitaba ait karakteristik bir özellik. Bana ilk cildini okumak yetti de arttı aslında ama yarım bırakmak da olmaz, hepsini okuyacağım. Öykü öykü olduğu için, öyküler arasında çok da bağ olmadığı için başka bir kitapla bile birlikte okunabilir.  Oğlak yayınları ve Rekin Teksoy çok iyi iş çıkarmış basım, kapak, kutu ve çeviri açısından, emeği geçen herkesi kutlarım.


WİLLARD VE ONUN BOWLİNG KUPALARI
Yazar: Richard Brautigan

Beat kuşağı yazarlarının sonuncusu olarak kabul edilen Richard Barutigan’ın bir kitabı Willlard ve onun bowling kupaları.  Beat kuşağından daha önce William S. Burroughs’un Yumuşak Makine kitabını okuyarak başladım ve (seveni varsa affetsin) sevmedim. İnanın okurken midem bulandı ama bu mide bulantısı kitabın içeriğinden değil (zaten okurken bir şey anlamak mümkün değil) daha çok yazım tekniğinden ötürüydü. İlerleyen bir otobüste bir şeyler okuyunca insanın midesi bulanır ya (bende oluyor en azından) o tarz bir şeydi yaşadığım. Bu kitabı elime alıp da Beat kuşağına ait bir kitap olduğunu öğrendiğimde bir iç çektim, bakalım bu kez beni ne bekliyordu? Kitabı bir okumaya başladım, abov, ilk karakter karısına yatakta sadistçe davranan bitik bir adam. Adam bitmiş, ruhen bitmiş çünkü karısı yüzünden cinsel bir hastalık kapmış. Bu hastalık da detaylıca anlatılmış ki, okurken ara ara görüntü karardı bende.
Bu kitap Beat kuşağına ait eserler okumaya başlamak için iyi bir başlangıç olabilir çünkü kitabın (ve yazarın) daha yumuşak ve espirili bir anlatımı olduğu söyleniyor aynı kuşağa ait diğer kitaplara göre. Kitabın alt başlığı “sapık bir gizem öyküsü” ne de güzel tanımlamış kitabı, bana gerek bırakmamış aslında. İsterseniz alın okuyun, bir de bunu okumuş olursunuz.


OTUZ DOKUZ BASAMAK
Yazar: John Buchan

Bilge Kültür Sanat yayınlarından çıkan çevirisini okumayın. Bilmiyorum başka yayınevi basmış mı bu kitabı ama baktım göremedim. Çok uzun uzun anlatacak bir şey yok kitaba dair. Kafası kesik oradan oraya koşturan tavuk gibi bir karakter canlandırmak istiyorsanız kafanızda okuyun kitabı. .  Geniş satır aralıkları ve sayfanın yarısından başlayan bölümleri ile zaten çok çabuk okunuyor, bir- bir buçuk saatte biter ama ona bile yazık. Sanki ana karakterin içinde GPS varmış gibi oradan oraya dolaşması, çok rastlantısal bir şekilde aradığı insanları bulması, yol üzerinde mutlaka kendine yardım edecek birilerini bulması saçma geliyor. Bu olaylar da kopuk kopuk yaşanıyor. Başka okuyucu yorumlarından anladığım kadarıyla insanlar İngilizcesini bulup orijinal dilinde okumanın çözüm olacağını söylemişler. Maalesef Türkçe’de bu kitap yok gibi davranabilirsiniz. 


SIKI KONTROL EDİLEN TRENLER
Yazar: Bohumil Hrabal

Sıkı Kontrol Edilen Trenler bir Bohumil Hrabal kitabı. İlk defa ismini bu kitapla duydum yazarın. İkinci dünya savaşı sırasında Alman işgali altında olan Çekoslovakya’da geçiyor kitaptaki olaylar. Çok kısa bir kitap: doksan sayfa. Ama doksan sayfa sonunda çok güzel bir kitap okumuş olmanın hissini bırakıyor size. Kitabın anlatıcısı konumundaki ana karakter Miloş, saf, toy bir delikanlı. Çalıştığı tren garının en genç üyesi. Kitabın en sevdiğim yanı olayların anlatımı. Dedim ya saf biri kahramanımız, intihara meyletmiş ruh haliyle onun gözünden görüyoruz dünyayı.  Bu iş yazar tarafından gerçekten çok ustaca halledilmiş. Resmen Miloş’un yanı başındaymışsınız gibi okuyorsunuz kitabı. Gözünüzde sahneler hemencik canlanıyor. Tren garı trajikomik bir şekilde yansıtılmış. Cepheye insan ve yük taşıyan vagonların hali savaşın kötü yüzünü size gösterirken, garda çalışan karakterlerin yaptıkları ilginçlikler komik bir hava katıyor. Acıklı olayları Miloş’un saflığıyla, çocuksu ruh hali ve anlatımıyla birleştirince kitabın trajikomik havası daha da güçlü hale gelmiş. Okunması gereken bir kitap, filmi de çekilmiş, alın, okuyun, izleyin.


Rüzgarın Adı - Kralkatili Güncesi: 1. Gün
Yazar: Patrick Rothfuss
Benim için eleştirmesi zor bir kitap. Neden mi zor? Çünkü bu kitabın seveni çok var (Bir New York Times Bestseller’dan bahsediyoruz.) ve benim fantastik türde edebiyat yapıtlarını çok okuduğum, bu türün hayranları kadar, kitaplığının büyük bir kısmını bu türe ayıran insanlar kadar okuduğum söylenemez. Üstelik bir seriye giriş kitabı (gerçi 700 küsur sayfa ile gir gir bitmedi ama neyse).Belki gerçekten fantastik edebiyat için çok iyi bir kitaptır. Ama..
Sanmıyorum. Fantastik türde bir kitaptan beklediğim hayal dünyama yeni şeyler katmasıdır, yepyeni. Şimdi bu kitap hakkında bunu diyebilir miyiz? İddialı bir laf olacak belki biraz, sevenlerini kızdıracak belki ama avatar serisi ile Harry Potter serisinin çarpımının karekökü bir hikaye değil mi bu? Rüzgara dağa taşa maddeye yön verebilen bir güç, sihir büyü öğretilen bir okul, genç toy bir karakterin zamanla aşırı karizmatik bir kahramana dönüşmesi. Bunlar kulağa yeni geliyor mu?
Kitaba büyük beklentilerle başladım. Nedenlerini sıralayalım:
Yazarın kitap hakkında röportajlarını okudum. Seri yayınlandıkça yazılmaya devam eden bir seri olmamış. Her şey bitmiş, ondan sonra yayınlanmaya başlamış. Kitabın başında yazar babasına kitabı ithaf ederken “ve bir şey yapacaksam acele etmeden daha ilk seferde düzgün yapmamı öğreten babama” diyor. “Güzel” diyorsunuz “harika, mükemmeliyetçi bir yaklaşım, sağlam oturmuş bir kitap bekliyor beni” diyorsunuz. Ama öyle değil be kardeş. Mantık hatası hala var. Baştan savma olduğunu hissettiğiniz yerler var. Kitabı sizin için berbat etmeden söyleyeyim. Mesela karakter bir yere girecek, yanında bir yoldaşı var. “Beni bekle burada, yarım saate(*) dönmezsem yardıma gelirsin” gibi bir şey diyor. Giriyor o yere, diğer ucundan başka bir yere çıkıyor ve geride bıraktığı yoldaşını unutuyoruz. Ee hani bekliyordu, ne olacak? Eğer bunu diğer kitapta “aa bak ben böyle unutmuşum” diye hatırlıyorsa ne ala ama sanmıyorum. Eğer ikinci kitabı okuyan varsa beni uyarsın bu konuda.
Diğer bir beklentiyi kitabın arka kapağındaki yazılar oluşturdu. Yok efendim kitabı kitaplıkta Yüzüklerin Efendisi’nin yanına koymalıymışız da (haşa) kitabı güzel kılan fantastik öğelerin dışındaki yazarın hırs başarısızlık sanat aşk ve yitim konularında kaleme aldığı şeylermiş. Arkadaşım ne aşkı Allah’ını seversen, liseli sevdasından beter saçma bir şey.  Bunun dışındaki diğer maddeleri o kadar da yermem tabi gene iyi yerler var ama 700 küsur sayfa kitabın içinde ne kadar yer?
Beklentimin bu kadar yüksek olmasının son kaynağı da internette diğer okurların kitap hakkındaki yorumları. Yok kah gülmüş, kah ağlamış, hemen ikinci kitap çıksınmış.  Tamam kaptırıyorsunuz zaman zaman meraktan, esprilere gülüyorsunuz, eyvallah. Ama ağlamak… Orada durun. Bu kitaba ağlayanın aklına şaşarım.    
Kitabın iyi yanı yok mu, var tabii ki. Kvothe belli ki karizmatik bir karakter olacak bir an önce büyüsün gelişsin güçlesin de ortalığı dağıtalım, heyecan olsun diye bir beklenti içine giriyoruz kitabı okurken. Bir ara kendimi internette insanların Kvothe tasvirlerini incelerken buldum. Başka serilerin kahramanlarıyla karşılaştırmalar başlamış. Filmi daha güzel olur bu kitabın, dizisi hatta.  
Ben seriye devam etmemeye karar verdim. 1100 sayfa, ikinci kitap. Fantastik edebiyatın ve edebiyatçının dostu iseniz alın bütün seriyi okuyun ama hayat daha okunmadık yüzlerce iyi kitabı düşününce kısa ve ben başka kitaplarla şansımı deneyeceğim.
* Bu sırada yazarken farkettim, dönü bilmem ne gibi farklı zaman, ağırlık birimleri kullanılırken kitapta nedense dakika, saat yerinde maşallah :)

AMERİKA
Yazar: Franz Kafka
Klasik Kafka karakterleri, Kafka dünyası… O yüzden çok kitaba odaklanmadan Kafka’nın romanlarına genelleyebileceğimiz düşüncelerimi aktaracağım bu yazıda.
Kitap şöyle sizi sertçe tutup silkeleyip, bırakıveriyor. Buruk bir şekilde kalıyorsunuz. Belki buruk da denmez, ne bileyim içim şişti derler ya; hem güzel bir kitap okumanın hazzı var, hem de haksızlığa, şuursuzluğa karşı bu “içim şişti” duygusu var kitaptan sonra. Kafka’nın yarattığı ortam o kadar kendine özgü ki, kafkaesk diye yeni bir kelimeye ihtiyaç duyulmuş kısaca anlatmak için. Öylesine bir suçluluk duygusunun etrafındaki,  öylesine bir ortam… Aslında hepimizde olan, parça parça karşımıza çıkan ama bir şekilde geçiştirdiğimiz, bir yandan da kâbusumuz olan duygular. Kafka bize haksızlığa, zulme karşı “Dur bi ya, n’oluyoruz ” dememenin saçmalığını anlatıyor. Aslında sağlam karakterli, özgür bir nesil yetiştirmek için lisede edebiyat derslerinde anlatılması gereken bir yazar Kafka. Bazı okullarda Dönüşüm okutuluyor sanırım ödev olarak falan ama çocuklarla kitap hakkında sohbet de etmek onlara anlatmak lazım kitabın önemini. Yoksa akılda kalan düşünce bir insanın böcek olmasından öteye gitmiyor.
Kitabın ana karakteri Karl, ailesi tarafından Almanya’dan Amerika’ya ‘postalanıyor’ çünkü Almanya’daki evlerindeki hizmetçileri Karl’dan ‘faydalanıyor’ ve hamile kalıyor. Amerika’da karşısına onu koruyup arka çıkan insanlar, hem şuçlu hem güçlü tavırlarda olan insanlar,  uyanıklar, zalimler çıkıyor. Erkeği kadını bütün kötü karakterler Karl’dan daha iri güçlü kişiler, zulme karşı psikolojik zayıflığı bütün kötü karakterlerde fiziki zayıflıkla da pekiştirmiş yazar. Sanki bir resmin dikkat çekmek istediğin yerlerini daha bastırarak çizmek gibi… Karl iyi niyetli saf bir çocuk, bazı şeylerin kendisini rahatsız etmesine rağmen alttan alıyor, kendini dolandırana bile suçu tam olarak ispatlayamayacağı için alttan alıyor. Biraz rahmetli Kemal Sunal’ ın oynadığı Şaban karakterini andırdı bana, tabi bizim  Şaban şansıyla veya zekasıyla işin içinden sıyrılıyordu genelde.
Can Yayınlarının yayınladığı kitabın sonunda Kafka’nın kitaptan çıkardığı iki bölüm daha var. Kitabın arka kapağında “İyimser tutumuyla diğer romanlarından ayrılıyor” diyor Amerika için ama ben o kadar da iyimser bir yan göremedim. Acaba ana karakterin kısa sürede olsa rahata kavuşmasından mı böyle denmiş? Alın okuyun ve diğer Kafka kitaplarının yanına bir tane daha ekleyin.

VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ
Yazar: Milan Kundera
Harika harika harika. Bu kitabı anlatacak tek söz. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ismiyle bile çok iddiali bir kitap. Düşünsenize size bu isimli bir roman yazın deseler, yeni bir Kundera olmadığınızı varsayarsak, ortaya bir şeyler çıkartana kadar düşünür düşünür, takılıp kalır hayata küsersiniz. En sonunda da pes edersiniz. Kundera’nın elinden çıkan çok orijinal bir şey olmuş. Ortada bir olay örgüsü var, işte, kadınlar erkekler, bunların çarpık ilişkileri falan… Bu olay örgüsü kronolojik bir sıra ile anlatılmamış onun yerine farklı konu başlıkları ile o bölümün başlığına uygun olacak olaylar bölüm bölüm ayrılmış. Bu konu başlıklarını bu olay örgüsüne nasıl “yedirmiş”, karşınızda nasıl bir ustalık var anlatamam.  Kitabı okurken sanki yazar karşınızda size anlatıyor, sizinle konuşuyor gibi bir hisse de kapılıyorsunuz. Gerçekten ne de çok isterdim bu adamla sohbet etmeyi, ona akıl danışmayı. Çünkü kitabın çok bilgin, dolu dolu bir adamın elinden çıktığını hissettim; bunun da nedeni:  Bir olaylar dönüyor, anlatıyor da anlatıyor yazar (da dediğime bakmayın her şey ayarında aslında) sonra birden “Çat!!”. Bak arkadaşım bu böyledir, şu şudur, bu budur. Tabi hemen altını çiziyorsunuz cümlenin. Karakterler çok iyi anlatılmış, çok canlılar, kitaptan fırlayacak gibiler. Almanca iki cümlenin (Es muss sein ve Einmal ist keinmal) üzerine yazdığı şeyler çok etkiledi beni.  Kitabın sonlarına doğru bir yazarın yazdıklarının kendisiyle ne kadar ilişkili olduğuyla, kendisini mi anlattığına dair açıklaması bu vakte kadar benim de hep düşündüğüm, üzerinde kafa yorduğum bir şeydi. İkna olduğum ve benim düşündüğüme paralel bir şekilde, kelimelere dökmeyi başaramadığım şeyleri anlatmış kısaca, o bölümü çok sevdim. Kitsch kelimesini de ilk defa bu kitapta duydum, yazar kendince bir örneğini de çok başarılı bir şekilde vermiş. Milan Kundera hayatı boyunca politik baskı çektiği için ve tahmin ettiğim kadarıyla kraldan çok kralcılardan veya “şekilcilerden” çektiği için (bu sadece tahmin ama çalıştığı akademilerden ve üyesi olduğu Komunist Parti’den uzaklaştırıldığını da unutmayalım) bu kitsch tanımında ve kitabın “Büyük Yürüyüş” adlı bölümünde coşmuştur, acımamıştır (anlayana sivrisinek saz… ).
Kitabın çok ilham verici olduğunu düşünüyorum ayrıca.  Ben bu kitabı okuduktan sonra “Lan acaba şu konuda da benden bir şey çıkar mı?” diye düşünmedim, denemedim değil. Kitabı alın, siz de okuyun, size de çok şey katsın, ışık tutsun, aydınlanma yaşayın, düşüncelerinizi onaylayan bir kişinin varlığını görerek mutlu olun. 


BENİM GÖZÜMDEN DÜNYA
Yazar: Albert Einstein

Altı çizilecek cümlelerle dolu bir kitap: Benim Gözümden Dünya. Bir iki tanesini yazsam diğerlerine ayıp olacak diye bu yazıda hiç alıntı yapmamaya karar verdim kitaptan. Albert Einstein’in felsefi, siyasi yazı ve konuşma metinlerinden oluşuyor. Bir dahinin dünya görüşünü, hayata bakış açısını merak edenler için birebir bu kitap. Ben Einstein’ı asosyal, fizikten başka bir şey düşünmeyen biri zannederdim ama çok yanıldığımı gördüm.  Oldukça iyi biri; alanında büyük bir istek ve samimiyetle çalışarak başarıya ulaştığı için bütün dünyaca değeri bilinmiş sanki. Bu büyük bilim adamı yeri geliyor size onu kovalayan gazetecilerden dert yanıyor (ki bu kısmı zekasının ürünü olan mizahi diliyle, baya komik bir dille anlatmış ), yeri geliyor hayatın zorluklarına göğüs gererken nasıl sabrettiğini anlatıp, “hayatın anlamı bak budur” dercesine öğütler veriyor.
Einstein çok mütevazi biri. Diğer bilim adamlarına göre anlamadığı bir nedenden dolayı daha ünlü olduğunu ve bu ünün kendisine imkanlar sağladığının  (ve insanların işine geldiği şekilde konuştuğu sürece pohpohlanacağının) bilincinde olduğunu söylüyor. Einstein ’in beni en çok şaşırtan özelliklerinden biri, bir çözüm adamı olması. “Şu şu konuda gerçekçi parametreler üzeriden konuşulmalı ve bilmem ne şekilde bir çözüm üretilmeli” gibi boş laflar yerine doğrudan çözümünü sunuyor Einstein. Doğru veya yanlış en azından bir önerisi var. Çözüm adamı kendisi; insanlık için bir şansmış.
Einstein’ın aynı zamanda “kendi din anlayışına göre” dindar biri olduğunu görüyoruz. Yaptığı bilimsel çalışmaların, onun ruhani olarak da doyuma ulaşmasını sağladığı fikrine ulaşabiliriz. Yahudi toplumunun bir bireyi olmanın sorumluluğunu hissediyor Einstein. İsrail’in kurulması için çok çalıştığını, fikir yürüttüğünü anlıyoruz. Kitapta yazmıyor ama kendisine İsrail devlet başkanlığı önerilmiş fakat “o işlerle o kadar içli dışlı olmadığı için” reddetmiş. Aslında daha önce de dediğim gibi bir çözüm adamı olarak belki de çok başarılı olabilirdi.
Ne haddime ama bir konuda Einstein’i düşünceleri çelişirken buldum sanki. Belki de zamanla fikri değişmiştir, bu da olabilir. Einstein modern insanın arık ulus ve sınıf merkezcilikten kurtulması gerektiğini söylüyor ama bir yandan biz Yahudiler kendimizi dünyadan biraz soyutlayarak (saygılı bir mesafe koyma gibi bir şey diyordu) benliğimizi kazanalım gibi laflar da ediyor. Ha bir de kendisi zorunlu askerlikten nefret ediyor.
 Kitabı kesinlikle alın okuyun. Alın size Einstein’ı tanıma, sanki onunla sohbet etme fırsatı. Başucu kitaplarınızın yanına bir tane daha geliyor.


TİFFANY'DE KAHVALTI
Yazar: Truman Capote
Tiffany’de kahvaltı Truman Capote’nin bir uzun öyküsü. Holly Golightly ismindeki, çok hareketli bir yaşama sahip bir kadın hakkında kitap. Tam “Bir Hollywood aktristi bulalım da filmini çekelim” denilebilecek etki yaratıyor insanda ki zaten yapılmış. Audrey Hepburn oynamış 1961 yılında çekilen filmde. Holly erkekleri parası, şanı şöhreti için kullanan, erkeklerin de ona büyülenmiş gibi davrandığı biri. Kitaptaki her erkek karakter ona aşık, onun peşinde veya onun emrine amade. İyilik ve güzellik timsali değil Holly, gerektiğinde hırsızlık ve fuhuş yapmaktan asla çekinmiyor. Ama bunu yaşadığı zorlu çocukluktan sonra hayatta kalmak için seçtiği bir yol gibi görüyoruz. “Bir zaman kaybı mı olacak?” korkusuyla okumaya başladım kitaba. İlerledikçe ancak iyi bir yazarın elinden çıkabilecek kısımlar gördüm. Güldürdüğü yerler de oldu:
-“Söyle bana sen gerçek bir yazar mısın?”
-“Gerçek bir yazar olmaktan ne anladığına bağlı bu.”
-“Peki öyleyse sevgilim, yazdıklarını kimse alıyor mu?”
Kitaptaki karakterlerden (Holly de dahil olmak üzere) zaman zaman ırkçılığa yaklaşan cümleler duyuyoruz. Hatta Holly’e, ırkçı biri diyebiliriz.  Zencilere ve Çinlilere dayanamadığını belirtiyor. Kitabın filmi de benzer eleştirilerden müzdarip-miş.  Mr. Yunioshi’yi (Holly’nin Japon komuşusu) Japon bile olmayan, rol icabı gözleri abartılı olarak çekik yapılmış, dişlek hale getirilmiş bir Amerikalı aktör oynamış. Duyarlı, aslında yufka yürekli ama kaderin sillesini yediği için sapıtmış Holly her gece apartmanın kapısını gecenin bir vakti Mr. Yunisoshi’yi uyandırırken hiç sıkıntı duymuyor. Mr. Yunioshi de sinirlenip Holly’e bağırıyor haklı olarak. Ben filmi izlemeden bu sahneyi görmüştüm. 1993 yapımlı Dragon: The Bruce Lee isimli Bruce Lee’nin hayatını anlatan filmde Bruce rolündeki karakter, sevgilisiyle sinemaya gider, zaten o vakte kadar ırkçı davranışlara maruz kalmıştır, filmde de karşısına bu sahne çıkar. Çiftin bu sahneyi ve izleyenlerin bu sahneye olan tepkilerini (kahkahalar alkışlar) gördükten sonra tadı kaçar ve filmi terk ederler. Kitabı okuduğunuzda, kitabın filminin zamanında en son kızdırmak isteyeceğiniz kişilerden biri olan Bruce Lee’yi kızdırdığını düşünmeniz kitap adına ilginç bir ayrıntı olacaktır.
Sel Yayıncılık çevirisi 124 sayfa. Gerçekten çok çabuk biten bir kitap, yoğun zamanlarınızda kafa dağıtmak adına kısa kısa okunabilinecek bir kitap Tiffany’de kahvaltı. Bir insanın kitaplığında olmaması için hiçbir neden yok. 
SESSİZ AMERİKALI
Yazar: Graham Greene

Bu kitap bir savaş kitabı. Savaşın anlamsızlığını acımasızlığını insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor. Kitabı okumadan önce bilmiyordum, Fransızların dünyada elini atmadığı yer kalmamış, Asya’nın güney batı kısmında da Fransız kuvvetlerinin bulunduğu bir dönem varmış ve bu dönemi anlatıyor kitap. Fransızlar komünist bir general ile savaşıyorlar. İngiliz muhabir ve Amerikalı bir “ne yaptığı belirsiz” ise romanın ana karakterleri arasındalar.  
Benim için iyi bir edebi kitap, sıkmayan bir olay döngüsü yanında insanı ve insana dair şeyleri işleyen kısımların da bulunduğu bir kitaptır. İşte bu kitap bu tanıma çok uyuyor. Savaşı işliyor, yalnızlık korkusunu, insanın zayıflıklarını işliyor.
Kitabın biraz Amerikan düşmanı bir yanı var. Bir fikre safça inanmış, eylemleri insanın yaşama hakkını umursamayan ve dolayısıyla tehdit eden, yaptığı saçmalıkların farkında olmayan Amerikalı karakter üzerinden anlatılıyor bu kısım.
Graham Greene’ nin yaşam öyküsüne bakınca, kitabın ana karakterlerinden biri olarak kendini koyduğunu (veya koymuş olabileceğini) görüyoruz. Yazarın mizah ağırlıklı kitapları da varmış. Bu kitabı yazan birinin ürettiği mizahı merak ettim gerçekten. Çok farklı iki uç, fakat yazara saygınlığı kazandıran ucun bu kitabın ait olduğu taraf olduğunu unutmayalım.
Kitaptan uyarlanarak 1958 ve 2002 de filmler çekilmiş.  Bir kitabın filmi olunca kitaba dair kendi kavrayışımı test etmek ve onamak adına filmini izleme isteği ile doluyorum.
Bisiklet bombaları tarihte yaşanan ilginç bir olaymış gerçekten bunu da bu kitaptan öğrendim. Siz de okuyun, öğrenin madem. Güzel kitap, çabuk da okunuyor, içinize sinerek gidin bir kitapçının rafından alın veya oradan buradan sipariş verin.